Ana içeriğe atla

Koronavirüs Salgınından Nasıl Korunuyorum?




Bugün gerçekten samimi olarak sizlere bazı şeyleri tüm bilimselliği ile açıklamak istiyorum. Ben ülkemizin önde gelen bir araştırma ve endüstriyel üretim merkezi yani Sankara Beyin ve Biyoteknoloji Araştırma Merkezi’nin Genel Direktörü’yüm. Son 15 yıldır bitkilerden elde edilen ve insan sağlığına oldukça faydalı olan ve bitkilerde çok az miktarda bulunan özel bileşenlerin insan sağlığına faydalarını deneysel olarak araştırıyorum. Hani bize derler ya şu bitki şu hastalığa iyi geliyor vs. diye. İşte tam da o bitkinin o hastalığa gerçekten iyi gelip gelmediğini ve eğer geliyorsa da bunun moleküler mekanizmalarını çok detaylı bir şekilde araştırıyoruz. 10 tane araştırma laboratuvarımız var ve bunun haricinde de o bitkilerden çok değerli bileşenleri saflaştıracak ve sonrasında da farklı gıdalar geliştirebilecek bir endüstriyel üretim kompleksine de sahibiz. Yani merkezde sanayi ve bilim iç içe. Ülkemizde böyle bir model yok. Biz ilkiz. Her gün 30 kişilik ekibimizle hem araştırmalarımızı hem de üretimlerimizi sürdürüyoruz. Korona salgını süresinde üretimlerimize ve araştırmalarımıza hiç ara vermedik. Vermedik çünkü bilim ve üretimin durmasını istemedik. Peki ya merkeze gelen onca insanı salgından nasıl koruyacaktık? Bunun sorumluluğunu nasıl alacaktık? Kendim dahil aileme karşı olan sorumluluğumu nasıl yerine getirecektim? Çünkü onlar günlerdir sokağa bile çıkmamıştı ve içlerinden birisi hastalandığında tüm sorumluluk bana ait olacaktı. Her gün dışarıya çıkıp toplu taşıma kullanan bendim. Ya da genel direktör olduğum için merkezdeki herkesle doğrudan görüşmeler yapan, İstanbul’un çok farklı yerlerinden toplu taşımayla gelen insanlarla yakın görüşmeler yapan yine bendim. Biz merkez olarak çok farklı bir yol seçtik. Hem kendimiz için, hem de tüm çalışanlar için. Ne yapıp edip, onların hasta olmamalarını sağlamalıydım.

Dünyada antiviral özellik gösteren yüzlerce bitki ve bileşenlerinde bulunan binlerce antiviral molekül var. Bu moleküller temel moleküler mekanizma olarak bir çok yoldan virüse etki ediyor. İlk yol virüsün bizim hücrelerimize bağlanmasını engelleyerek, virüsün bizi enfekte etmesini engelliyorlar. İkinci yol eğer virüs bizi enfekte etmişse (örneğin boğaz ağrımız başlamışsa) virüsün hücre içerisinde çoğalmasını engelleyerek bu enfeksiyonu durdurabiliyorlar. Üçüncü yol ise virüsün enfekte ettiği hücrelere savunma sistemimiz inanılmaz şekilde saldırıyor (bu kötüye işaret). Bu saldırı öyle boyutlara geliyor ki virüsün enfekte etmediği çevresindeki diğer hücreler de bu saldırıdan nasibini alıyor ve işin içinden çıkılamaz duruma geliyor. Bu olaya “sitokin fırtınası” deniyor ve bu fırtına normal hücrelerde de harabiyet yarattığı için sadece virüsler için değil, orada yaşayan zararlı bakteriler için de bir üreme ortamı oluşturuyor. Viral enfeksiyonlarda yaşadığımız boğaz ağrısı, acısı ya da burun akıntısı vs. hepsi işte bu sitokin fırtınasından kaynaklanıyor. Bu olaya “inflamasyon” deniyor. Türkçesi “yangı”. İnflamasyon belli dozlarda elbette iyi sonuçlar veriyor ve anlık olarak sorunu çözüyor ama inflamasyonun uzun sürmesi sorunun daha da büyümesine neden oluyor. Bu seviyede çok güçlü antiinflamatuvar ajanlara ihtiyacımız oluyor. Savunma sistemimizin yangı oluşturan hücrelerini baskılamak için. İşte tam bu safhada yine devreye o bitkisel bileşenler giriyor. Bunlara detayda “polifenol” deniyor ve bu polifenoller güçlü antiinflamatuvar özelliklere sahip. Örneğin kuru zerdeçalın ağırlığının, kalitesine göre değişmekle birlikte %1-3’ü “kurkumin” denilen, zerdeçala da turuncu rengini veren bir antiinflamatuvar molekülden oluşuyor ve bu molekül yaşadığımız o yangıları azaltabilecek güçlü niteliklere sahip. Savunma sisteminin aşırı tepkisini baskıladığımız zaman savunma sistemi çok daha verimli bir şekilde çalışıyor ve viral enfeksiyonları vücudumuzdan kendiliğinden temizleyebiliyor. Yeter ki biz ona yardımcı olalım.



Polifenollerden biraz daha bahsetmem gerekirse bu bileşenler bitkiler çok ama gerçekten çok az miktarlarda bulunuyor. Örneğin 100 gram domateste sadece 45 mg kadar bulunuyor örneğin. O gördüğünüz kırmızı kırmızı güzel domateslerin sadece ve sadece 2200’de 1’i polifenollerden oluşuyor. O kadar az bir oran. Ve bir o kadar değerli! Ya da 100 gram elmada bu oran 135 mg civarında. Çok daha zengin polifenol kaynakları yok mu derseniz var. Mesela sütsüz bitter çikolata! 100 gramında 1800 mg polifenol var. Ama çoğu sebze ve meyvedeki polifenol oranı 30 ile 150 mg arasında değişiyor 100 gramında. Örneğin koronadan korunmak için bilimsel otoriteler günlük olarak 4-6 porsiyon salata VE 2-3 porsiyon meyve tüketilmesini öneriyor. Bu önerinin temelinde ne yatıyor? Neden bu kadar çok sebze ve meyve tüketmemizi öneriyorlar dersiniz? Hepimizin aklına günlük alınması gereken vitamin ve mineraller gelecektir. Peki ya sizce daha fazlası olamaz mı? Bu dozlarda sebze ve meyve tüketilmesi alınması gereken kalori ve diğer besin öğelerini karşılamadığı için bizim bunları yerken bir de normal yemekleri de tüketmemiz gerekiyor. Yani gün içerisinde muazzam bir beslenme düzeni bizi bekliyor. Bunu hiçbir zaman başaramayacağımızı biliyorum. Çünkü yaşamlarımız buna uygun değil. Hepimiz evde pişen yemeği tüketmeye uygunuz. Neden kendi beslenmemizi değiştirelim ki? Bunu yapmamız kolay değil. O zaman o bileşenleri almanın bir yolunu bulmalıyız. Günlük sağlıklı bir insan için önerilen polifenol dozu 1800-2500 mg. Eğer “ben yüksek polifenollü besleniyorum” derseniz günlük polifenol alım dozunuzun 3000 mg olması gerekiyor. Bu oranlar gerçekten çok yüksek oranlar. Bilim otoriteleri daha güçlü bir yaşam için bunu öneriyor! Ama bunu nasıl karşılayacağımızı söylemiyor 😊 Örneğin standart bir Akdeniz Diyeti’nde günlük alınan polifenol oranı 800 mg kadar oluyor. Ve düşünün bu Akdeniz Diyeti.. İçerisinde bir sürü salata, meyve, kuruyemiş vs. var. Günde en az 1500 mg polifenol alınmasını öneren bilimin bu soruna bir çare bulmuş olması gerekiyor.



Polifenoller düzenli tüketildiklerinde güçlü antiviral moleküller. Bunun yanında antikanser, antibakteriyel, obezite düşmanı, Alzheimer’dan koruyucu, antiinflamatuvar ve enerji düzeyimizi arttırıcı bileşenler. Aslında biz “sağlıklı yaşamımızı” polifenollere borçluyuz. Onlar olmadan sağlıklı bir yaşam sürmemiz pek mümkün değil. Bitkilerle aramızdaki bağı da polifenoller sağlıyor. O nedenle bitkisel kaynaklı beslendiğimizde daha sağlıklı oluyoruz. Yani sağlıklı yaşamın temelinde polifenoller var. Polifenolleri nasıl görürüz derseniz mesela böğürtlene mor rengini veren ve elimizi boyayan bileşenler hep polifenoller. O bileşenler “antosiyaninler” deniyor. Ve antosiyaninler vücudumuzda çok farklı fonksiyonlara sahip. Antosiyaninler de diğer pek çok polifenol gibi antiviral özellikte. Peki ya bu fonksiyonlarını nasıl yerine getiriyorlar? Örneğin 100 gram böğürtlende diyelim ki 50 mg antosiyanin var (oran yine çok düşük gördüğünüz gibi, %0.5) Siz 100 gram böğürtlen tükettiğinizde bu antosiyaninlerin kanınıza geçen kısmı (büyük oranda geçmiyor) tüm dokularınıza dağılıyor. Karaciğerinize, böbreğinize, bağırsağınıza, beyninize, kalbinize.. Tüm organlarınıza ve oralarda belli bir süre kalıyor. Bu süreyi belirleyen şey molekülün yapısı ve atılım mekanizmaları. Antosiyaninlerde bu oran 8 saat gibi. Mesela üzüm çekirdeğinde bulunan resveratrol bileşeninde bu süre sadece 20 dakika. Kahvemizdeki kafeinde 10 saat.. Bunun gibi farklı veriler var. Kimisi uzun süre kalırken, kimisi çok kısa sürede vücuttan uzaklaştırılıyor. Bu süre aslında ne kadar sürede bir o bileşenden almamız gerektiğini bize söylüyor. Çünkü bu bileşenler dokularda durdukça fonksiyon gösteriyorlar. Yani kanserden korunmak için diyelim antosiyanin tüketiyoruz. Bu tüketimin öyle bir dozda ve zamanda olması gerekiyor ki doğru stratejiyi belirleyebilelim. Örneğin 8 saatte bir 10 ml böğürtlen konsantresi içmek gibi mesela. Bu doğru bir yaklaşım oluyor. Sürekli böğürtlen yiyemeyeceğimize göre konsantre edilmiş ya da saflaştırılmış bileşenleri tüketmekte fayda var. Sağlığımızı korumanın ne kadar nitelikli ve zor bir uğraş olduğunu görüyorsunuz değil mi? Antosiyaninlerin antiviral özellikleri de virüsün hücreye bağlanmasını engelleme, hücre içerisinde çoğalmasını engelleme ve antiinflamatuvar özellik sergileme gibi 3 ana yoldan da virüse yakalanmamızı engelliyor. Tabi doğru dozlarda ve doğru zamanlarda bu bileşenleri tüketmeyi bir alışkanlık haline getirirsek. Yani bu işin bir sürekliliğinin olması gerekiyor.


Polifenolleri iyice anladıysak ve mekanizmalarını da kavradıysak şimdi sıra araştırma merkezindeki insanların ve kendimin sağlığını nasıl koruduğuma geldi. Virüs salgını başladığında yapmam gereken şeyin vücudumun “antioksidan kapasitesini arttırmak” olduğunu çok iyi biliyordum. Çünkü antioksidan kapasitem arttığında virüslere karşı daha dayanıklı, çok daha sağlıklı olacaktım. Bunun için bir beslenme ve egzersiz planı oluşturdum kendime. Sizlere gün içerisinde neler tükettiğimi sırasıyla aktaracağım ve bu formülün işe yaradığını açıkça vurgulamak istiyorum. Sabah 05:45 gibi uyanıyorum. Kahveyi yaklaşık 1 hafta önce çekilmiş çekirdeklerden demleyerek hazırlıyorum (250 mg polifenol). Yanında 2 adet küçük boy elma tüketiyorum (200 mg polifenol). Düzenli sabah egzersizleri yapan biriyim. O nedenle yaklaşık 45 dakika egzersizimi gerçekleştiriyorum. Egzersiz sonrasında 1 adet Anamur muzu yiyiyorum (120 mg polifenol). Daha sonrasında saat 8:00 gibi merkezde oluyorum. Merkeze geldiğimde yaklaşık 50 gram yaban mersini kurusu ve 5 çay kaşığı dolusu çavdar lifini karıştırıp bir fincan çay ile birlikte tüketiyorum (375 mg polifenol). Öğlene doğru yaklaşık 30 gram kadar Sankara Gevreği’nden tüketiyorum (90 mg polifenol). Öğle zamanı saat 12:30’da tekrardan 1 fincan kahve daha içiyorum (250 mg polifenol). Öğle yemeği merkezin yemekhanesinde çıkan standart yemeklerden oluyor. Eğer salata varsa alabileceğim en fazla polifenol oranı 150-200 mg’dır, daha fazlası değildir. Öğleden sonra akşamüstüne kadar 2 fincan çay tüketiyorum (250 mg polifenol). Sonrasında eve gelip 1 saatlik bir egzersiz daha yapıyorum. Egzersizden sonra dinlenip akşam yemeği yiyiyorum (yaklaşık 200 mg polifenol). Bunların haricinde sabah 1 kapsül mikroenkapsüle biberiye, öğlen nar kabuğu ve akşam kurkumin kapsül kullanılıyorum. Bunların ortalama polifenol değeri de 750 mg düzeyindedir. Toplamında ortalama 2685 mg polifenol tüketiyorum günde. Bu oran gerçekten çok ama çok iyi bir oran. Sizler de yaşamlarınızı polifenol tüketimlerinize göre düzenleyin. Tükettiklerinizin içerisinde ne kadar polifenol var buradan öğrenebilirsiniz (http://phenol-explorer.eu/). Bu beslenme düzeni, yaşam biçimi ve egzersiz düzeyi beni birçok hastalıktan koruyabiliyor. Koronavirüse de yakalanmamı engelleyebiliyor. Biliyorum herkesin bu şekilde yaşayabilecek bir zamanı olmayabiliyor. O nedenle çok farklı bir alternatiften sizlere bahsetmek istiyorum.



Merkezdeki insanların sağlığını güçlendirebilmek ve viral salgından koruyabilmek için bir çok çalışana önerimiz şu olmuştu. Merkezimizde geliştirdiğimiz ve üretimini de kendimizin yaptığı Sankara Mormiks isimli üründen günde 2 defa 1 çorba kaşığı dolusu (yaklaşık 10 gram) Mormiks’i yoğurda karıştırıp tüketmenizi rica ediyorum demiştim. İnsanlar da bunu alışkanlık haline getirdiler ve tüketmeye başladılar. 1 gram Mormiks yaklaşık 35 mg polifenol içeriyor. 10 mg’da antosiyanin içeriyor. Yani ortalama 20 gram böğürtlene eş değer. 10 gram ise 200 gram böğürtlene eş değer. Günde neredeyse 500 gram böğürtlen yemiş kadar oluyorlardı. Sadece Mormiks’ten günlük aldıkları polifenol değeri 700 mg! Bunu diğer sebzelere oranlarsak 100 gramında 20 mg polifenol olan salatalıktan 3,5 kg, 100 gramında 45 mg polifenol olan domatesten 1,5 kg ya da 100 gramında 130 mg polifenol olan elmadan 540 gram kadar tüketmeleri anlamına geliyor. Yemekhanede kimi öğlenler Sankara Zerdemiks’li ekmekler tüketiliyor. Bu ekmekler de oldukça yüksek oranda polifenol içeriyorlar. Ayrıca yine merkezin yemekhanesinde Sankara Oleuropein ve Curcumin’li zeytinyağları salatalara katılıyor. Yani merkezden alabilecekleri ortalama 1000 mg düzeyinde bir polifenolü biz tüm çalışanlarımıza sağlıyoruz. Bu da onların daha canlı, daha motive, daha güçlü ve virüslere karşı daha dayanıklı olmalarını sağlıyor.



Science dergisinde yayınlanan bir araştırmada bu viral salgının 2025’e kadar bizleri rahatsız edeceğini, 2022’ye kadar sosyal izolasyon sürecinin ara ara devam etmesi gerektiğini, Haziran ayında sonlanan 1. dalganın daha büyüğünün 2020 Kasım ayından sonra gelebileceğini ve daha fazla insanı enfekte edip sağlık sistemimizi daha da zorlayabileceğini açıkça yazmışlardı. Yani virüsle yaşamaya alışmamız gerekiyor. Bu süreçte yapmamız gereken tek ama tek şey “daha sağlıklı yaşamak” ve bunun yolları var. Daha sağlıklı olduğumuzda bırakın virüse yakalanmayı, virüsün size etki etmesi bile mümkün olamıyor. Sağlıklı bir şekilde yaşamlarınızı sürdürebiliyorsunuz. Bunun da temelde iki yolu var. 1.si polifenol zengini sağlıklı beslenme ve ikincisi de düzenli egzersiz. Eğer bu ikisini yaşamınızın bir parçası haline getirirseniz muhteşem şeyler olur. Tüm dileğim ülkemizdeki her insanın sağlıklı yaşama adım atmaya başlaması ve bu viral salgından hep birlikte korunmamız!




Bana aşağıdaki tüm adreslerden ulaşabilir, dilediğinizi danışabilir, birlikte sağlıklı bir yaşama nasıl adım atacağımızı planlayabiliriz.


Beslenme kadar düzenli egzersiz de yaşamlarımızın birer parçası haline gelmeli. Özellikle bu viral salgından korunmak için güçlü bir bağışıklık sistemine ve güçlü bir antioksidan savunma mekanizmasına ihtiyacımız var. Bunu da ancak egzersiz yaparak kazanabiliriz. Çünkü egzersiz yapmadan aldığımız polifenollerin gücünü de görebilmemiz daha zor. İkisi bir arada olduğunda bizden daha güçlüsü olamaz. O nedenle mutlaka bir egzersiz programına sahip olup günlük en az 30 dakika egzersize zaman ayırmanız gerekiyor. Bunun için size önerebileceğim en profesyonel isim Mahir ÇELİK (https://www.instagram.com/mahircelik.pt/).

Hadi gelin yeni bir yaşama birlikte başlayalım. Hep birlikte daha sağlıklı günlerde buluşmak üzere…

Merkezimize www.sankara.com.tr ve satış sitemize www.sankaragida.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MOR BAKLAVA HAKKINDA PEK BİLİNMEYENLER

Ülkemizde bazı şeyleri değiştirmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Bunlardan en önemlisi de belki tüketim alışkanlıklarını değiştirip, daha sağlıklı bir tüketime geçebilmek. Peki ya bunu nasıl başarabiliriz? Yani toplumumuzun daha sağlıklı beslenmesini nasıl sağlayabiliriz? Sonuçta beslenme bir alışkanlık ve geleneksel tüketimlerimiz de (ekmek, baklava vs.) ortada. Kimi yörelerimiz eti bol yerken, kimi yörelerimiz ekmeği bol tüketiyor. Toplumumuzun geneline bakarsak ise ülkemizde yaşayan bir insan günlük toplam enerji ihtiyacının %50’sini sadece ekmekten karşılıyor! Bu müthiş bir rakam. Kriz dönemlerinde bu ihtiyacı karşılama oranı (muhtemelen şimdi de öyledir) %70’lere çıkıyor. Yani toplumumuza “ekmek tüketmeyin” demek abeste iştigal. Peki ya o zaman ne yapacağız? Toplumumuzu nasıl sağlıklı besleyeceğiz? Bunu yapmanın en doğru yollarından bir tanesi de toplumumuzun sıklıkla tükettiği gıdaları farklı ve doğal bileşenlerce zenginleştirmek! Bunu da ancak ileri teknoloji kullanarak gerç

Mor Fırıncılık Ürünleri 2020’ye Damgasını Vuracak!

Mor ekmek, mor simit, mor bazlama derken mor kurabiyeler, mor baklavalar, mor cheesecake’ler, mor muffinler, mor galetalar yakın zamanda raflarda yerini alacak. Mor renkli ürünler gün geçtikçe ülkemizde giderek yaygınlaşıyor. Bu yaygınlaşmanın temellerinde mor rengin çekici gelmesi ve insanların mor renkli ürünleri tükettiklerinde duydukları mutluluk duygusu gelmekte. Mor renk aslında kraliyet rengi. Geçmiş zamanlarda ve günümüzde de hala krallıkla yönetilen yerlerde mor renk soylular tarafından kullanılıyor. O nedenle mor rengin içimize kazınmış böyle bir üstünlüğü de var. Örneğin mor renkli fırıncılık ürünleri hediye seçimlerinde daha çok kullanılıyor. İnsanlar birbirlerine hediye etmek için mor renkli ürünleri tercih ediyorlar. Paylaşımın bu kadar yoğun olduğu bir ortamda, yaygınlığın da ardından gelmesi kaçınılmaz duruyor. Gelelim bu mor fırıncılık ürünlerinin nasıl üretildiğine. Çünkü işin tüm detayları orada. Mor fırıncılık ürünlerine eğer sahte ve kimyasal boyalar kull

Türkiye Alzheimer Görülme Sıklığında Dünyada Birinci Sırada!!!

Bilim dünyasının mihenk taşlarından biri olan The LANCET dergisinde bir yayına rastladım bu sabah. Ve moralim oldukça bozuldu. Dünya'da Alzheimer hastalığının görülme sıklığını konu alan bir makaleydi bu. Ben ülkemizin Alzheimer görülme sıklığında gelecek yıllarda Dünya'da ilk 10 ülke arasında olacağını hep söylerdim konferanslarda, konuşmalarımda.. Ama hiç 1 numara olacağını düşünmemiştim. Fakat bu çalışma gösteriyor ki ülkemiz çoktan Dünya birinciliğine yerleşmiş durumda. Alzheimer demek ailelerin dağılması demek. Alzheimer demek hayatınızda başınıza ve çevrenizin başına gelmiş en kötü şey demek. Ekonomik ve psikolojik yönden en yakınlarımızı da çökerten bir hastalık Alzheimer.. Ve ülkemizde bu hastalığa yakalanmış yüzbinler var. Bu yüzbinlerce aile demek! Alzheimer'ın gelişiminde beslenme en önemli faktör. Yüksek şekerli beslenme Alzheimer gelişiminin temelinde yer alıyor. Tükettiklerimizi sağlıklı bileşenlerce zenginleştirmeliyiz. Fonksiyonel gıdalara hepimizin ge